Eğer bir gün yollarında yürürken evinin bahçesinde çocuklarına ‘vıle daş atmayın yola, arabalar geçi; Yahu bunlar heç lafdan anlamiyi’ diye konuşan bir annenin uyarısını işitirseniz, biraz ötedeki evinin damında beyaz güvercinlerini uçuran bir gencin ıslık ve alkış sesleriyle irkilirseniz, yoldan geçen hiç tanımadığınız bir amcanın meraklı bakışlarıyla verdiği samimi selamını alırsanız ve gözünüze her adımda bir elmalıkları ile girişinde çardağı bulunan evler çarparsa bilin ki, benim bu dünyadaki cennetimdesiniz. Yani Şamranaltı’nda... 

Şamranaltı Bahçeleri


Kaynağı sevda olan ve yapımı antik çağlara kadar uzanan Şamran Çayı’nın aşağı tarafında kurularak adını bu sudan alan şirin ve güzel yer. Küçüklüğümüzde anlattıkça gözleri dolan yaşlılarımızdan, Ermeni zulmünün dehşet verici hikâyelerini dinlerdik. Kültür ve bilgi hafızası bu vahşetle, format çekilmiş bir disket gibi silinen geçmişinin ardından yeniden ve sıfırdan kurularak acı - tatlı olaylarıyla, aşklarıyla, sırlarıyla mahşerdeki uyanışa benzer bir dirilişle tekrar hayat bulmuş, ancak teknik açıdan geri kalmıştı.

Şehrin Sebzee-Meyve Ambarı

Beldemiz Van’ın merkezinde oturanlar için köy, köyden gelenler içinse şehir gibi anılır, biz ikisi arasındaki A’raf benzeri konumumuzla hem köylü, hem şehirli sayılırdık. Merkezden misafirliğe gelen yakınlarımız kalkarken ‘geç oldu artık yolum uzun, daha Van’a gidecam’ derdi! Şehrin sebze ve meyve ambarı burasıydı. Erken uyuyup güne erken başlayan muhitimiz hayatından memnun ve mutluydu.


Beynimin meltemiyle ruh dünyamda havalanan sayfalara yüklenmiş bir öyküye hapsedilemeyecek kadar sayısız çocukluk anısının deryasından incecik sızıntı ile aidiyetimin müşahede edilmesini istedim. Hayata gözlerimi açtığım bu diyarla ilgili ne zaman hatıralara dalsam, bağ ve bahçelerinin o büyüleyici güzellikteki doğasıyla, kale ve gölünün çerçevelediği muhteşem atmosferiyle, coşkusunu ta iliklerimde hissettiğim Şamranaltı’nın hayali beni alıp götürür.

Şamranaltı Çocukları

Bölgedeki tek okul Eminpaşa İlk Okulu idi. Anne babalarımızı mezun eden bu eski ve müstakil bina tüm çevre mahallelerden gelen öğrencilere yetiyordu. Müstahdem İsa veya Sıddık amcanın elinde sallayarak çaldığı paydos ziliyle birlikte okulun dört yanı simsiyah bir tarlaya döner, seyrek geçen arabalar yolları, birbirini itip çekerek yürüyen çocuklara bırakırdı. Dar ve tozlu sokağımızda kimisi alt sınıftaki kardeşinin elinden tutmuş ilerlerken, bazısı da daha eve yetişmeden beyaz yakalığının düğmesini çözmeye ve önlüğünü çıkartmaya başlıyordu. Alelacele çantalarımızdan kurtulup, sokağa çıkar okulda kısıtlanan oyuna daha serbest ve coşkulu devam ederdik. Bazen oyuna öylesine dalardık ki, annelerimiz bizi uyku saatinde, babamızla korkutarak güçlükle eve sokarlardı. Çoğu zaman öğün yemeği yemez, acıktıkça evden aşırdığımız yavan veya salçalı ekmekle kifayet ederdik. Zaten ağaçlardan kopardığımız hıc (reçine) ve meyveler ile çayırda - bayırda topladığımız yimlik ve benice gibi bitkiler ara öğün yerine geçmekteydi. 

Van'ın Kadim Mahallelerinden; Şamranaltı


Okula Fidanlık tarafından gelen arkadaşlarımızın çoğunun ailesi fakirdi. Çocuklar abi, ablalarından kalan eski ve ağarmış okul giysilerini giyerek gelir, defterlerini gazeteyle kaplar, beslenme derslerinde ise annelerinin çantaya koyduğu otlu peynirle lavaş ekmek bohçasından başka bir şey bulunmazdı. Bizim de pek harçlığımız olmazdı; tabi yağmurlu havaların ardından dükkândan aldığımız leblebi tozu, emece veya peynir şekeri için toplayıp bakkala sattığımız tenekelerle salyangozu saymazsak! Arada bir okulda dağıtılan kuru üzüm ya da fındık gibi küçük ambalajlı farklı yemişleri tek başımıza yemeye kıymayıp evdeki kardeşlerimize de götürürdük. 

İlkbahara girerken karların eridiği ve toprağın ısınmaya başladığı okulun tümsekli bahçesinde, yer yer yükselen buharların güneşin berrak ışığında hüzmelenişini seyretmek heyecan vericiydi. Yol kenarlarında sıralanmış iğde ağaçlarının çiçeklerinden yayılan keskin rayihası hala burnumda. Tatile yaklaştıkça bembeyaz kefeninden sıyrılıp yeniden uyanan tabiatın bedahet derecesindeki canlanışı, bahçelerde birbirine karışmış kayısı, ayva, elma ve armut gibi meyve ağaçlarının renk cümbüşüne belenmiş çiçeklerinde uçuşan arı ve kelebeklere envaı türlü kuş seslerinin eşlik edişi yaşama sevincimizi kat kat arttırırdı. 

Şamranaltı


Şamranaltı Bahçeleri

Çok değil 20 - 30 yıl kadar önce mahallemizde dev kavaklar üzerindeki onlarca haşmetli leylek yuvaları etrafında toplanmış sayısız serçe, sığırcık, saksağan ve kargalarla, elektrik tellerini bir uçtan diğer uca kadar kaplamış kırlangıçlar vardı; birbirine bitişik kerpiçten evlerin toprak damlarının saçaklarında sıra sıra yuvaları bulunan. Hele bahçelerdeki pamuk elma veya dut ağaçlarında toplanan nice türün çılgınca ötüşünü hiç unutmam. Bir de dal ve sürgünlerin arasında minik bir gölge gibi saklanan masum edalı çalı kuşlarının zarafetini. İki yanını balkon çiçekleri ve güllerin kapladığı taş yolun sonundaki üzüm asmasıyla sarmalanmış kamelyalar bülbüllerin uğrak yeriydi. Tarihi Van Kalesi’nin mistik ve gizemli kayalıklarında seğirten renkli ve mağrur kanatlılarla, göle yakın sazlıklarda uçuşan çeşitli su kuşlarının hayret verici güzellikteki ötüşleri yabani cazibesiyle artık hayallerimde yaşamaktadır.

Bahçelere Hayar Veren Şamran Kanalı

Bağ ve bostanlarda huzurlu bir telaşla, çalışan insanların çoğunun gelir kaynağı meyve ve sebze yetiştiriciliğiydi. Hayvancılık daha çok evin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük olup, hemen her evin büyükbaş hayvanlarının yanı sıra, tavuk, ördek, kaz ve hindi gibi kümes hayvanları bulunmaktaydı. O yüzden yaz aylarında kavgaların genel sebebi su idi. Bereketli Şamran suyunu kanallar aracılığıyla YSE’den başlayarak -yukarıdan aşağıya doğru- herkes sırayla bahçesine bağlardı. Eskiler o suyu içmek için de kullandıklarını, hatta bahçeye akan suyla birlikte zaman zaman balık bile geldiğini anlatırlardı. Şamran suyu bölgemizin hayat kaynağıydı. Bu yüzden sulamada sıraya riayet gelenekti. Ancak sabah daha hava aydınlanmadan subaşına gidip kendi tarafını öncelikli sulayan sabırsız birinin arkı değiştirilerek suyu izinsiz kesilince küreklerin biri kalkar biri inerdi! Ama neyse ki, mahallenin büyükleri arayı bulur, iş uzamadan konu kapanırdı.

Şamranaltında Erken Başlayan Hayat

Şamranaltı’nda hayat çok erken başlardı. Sabah namazından sonra kadınlar gün aydınlanmadan çayı demleyip kahvaltı hazırlıklarına başlar, kavut ve murtuğanın eksik olmadığı ailece yapılan kahvaltının ardından babalar işe giderken anneler evin sığırlarını ahırdan çıkarıp mahallenin nahırcısına (çobanına) teslim ederlerdi. Genç kızlar metal kovalarla yolu suladıktan sonra hepsi yan komşunun kızıyla eş zamanlı kendi kapısının önünü elde bağlanmış uzun süpürge veya sekevil dediğimiz ağaç çubuklarından yapılmış sert süpürgelerle süpürürdü. Tozu giderilmiş sokaklarımızı mis gibi temiz toprağın kokusu sarar, çalışmayı eğlenceli hale getiren kadim kültürümüzün bekli de en güzel yanlarından birini bu birliktelik ruhu oluştururdu. 

Kaf Dağının Arkasından Süzülen Bakışlar

Anadolu insanının genelinde olduğu gibi aile içindeki hiyerarşik yapıda en önemli işlev annenindi. Sert, otoriter ve kendine has disiplini içerisinde çalışan babanın beklentilerine uygun koordinasyonu sağlamak ve evdekilerin sorunlarını usulünce hallederek, kendisine biçilen sabırlı, yapıcı ve uyumlu rolü en güzel şekilde yerine getirip, ailenin sükûnet içinde yaşaması için çırpınan anneler, ortaya çıkan her problemin biricik kaynağıymış gibi, kocasının bağırıp çağırmasına muhatap olarak, yıldırımları üstüne çeken bir paratoner misali, o öfkenin yerini merhamete bırakması işini üstlenirdi.

Babalar bir zayıflık gibi kabul edilen şefkatini gizler, büyüğünün yanında ve toplum içinde çocuğunu kucağına alıp öpmez, ancak yaşanan bir ayrılığın (evlilik ya da askere gitme gibi), hastalığın veya kötü bir hadisenin giderilmesi sırasındaki çabasıyla sevgisini çok nadir ele verirdi. Yüreği Güneş kadar uzak ve sıcaktı. Kaf dağının arkasından süzülen bakışlarını ailesinin üstünden bir an dahi eksik etmez, ıraklardaki cevherden kıymetli mevcudiyeti ancak yokluğundan sonra anlaşılırdı. 

Şamranaltın'da Sosyal Hayat

Misafir ve komşuluk hukuku tüm necip milletimizde olduğu gibi Şamranlaltı ahalisinde de ayrı bir öneme sahipti. Misafire ikram tarifsiz bir cömertlik örneğiydi; neredeyse evde yiyecek içecek ne varsa ortaya çıkarılıp zevkle konuğun önüne bırakılır, hatta ısrarla yedirilip içirilirdi. Komşu öyle mühimdi ki, pişirilen bir yemeğin kokusu gitmiş olabilir veya o bu yemeği seviyor diye komşuya da bir tabak yemek gönderilir, komşu ise tabağı geri getirirken incelik gösterip başka bir yemek doldurarak iade ederdi.

Aşure günü ve Mevlid Kandili gibi mukaddes günlerde, sıkıntıdan kurtulunca veya güzel bir olay yaşandığında komşulara sıcak ekmek, aşure aşı veya kesilen hayvanın etinden dağıtılırdı. Mahallede biri vefat etse üç gün televizyon açılmaz, komşunun acısına hürmeten alenen gülünmez, açık eğlenceden sakınılır, hatta o yıl bir düğün yapılacak olsa cenaze sahibinin müsaadesi ve rızası alınarak gönlünün incinmemesine yönelik naziklik gösterilirdi. Uzak bile olsa bir kimsenin hastalandığı işitilse, “gahın gidah falancaya deyah (ziyaret etme), ayıptır, dede-baba gomşumuzdur” şeklinde bir yakınlık ve hatır - gönül borcu olduğu vurgulanır ve ailenin erkekleri bir araya gelerek hastaya giderlerdi.

Şamran Lezzetleri

Kadınlarsa kendi aralarında ziyaretlere gider, akraba ve komşular arasındaki sosyal bağı, iletişimi güçlü tutan asıl unsurlar olarak kendi aralarında farklı bir dayanışma içinde bulunurlardı. Evlerinin rutin işlerini bitirdikten sonra birbirlerine haber gönderip yemek için belirlenen bir bahçeye toplanırlardı. Yemek yaz aylarında çoğunlukla Ayran aşı ve tuzlu balıkla birlikte mercimek veya bulgur pilavı, turşu ve yeşillik olurdu.

Ayran aşı dışarıda kurulu bir ocağa konulmuş dev kazanın içine doldurulan ekşimiş sütle dene (sütlü buğday) ilave edilen evelik, kızırik, kazayağı, kabak ve pancar gibi bahçeden toplanan nebatla zenginleştirilirdi. Aşı pişiren kendi yöntem ve kabiliyetiyle geliştirip keşfettiği püf noktası ile maharetini göstererek lezzeti arttırabilirdi. Yeşillik soğan, turp, maydanoz, kişniş, reyhan, roka ve dereotu gibi bostan mahsulü olduğu gibi, çatlanguş, inek alnı ve kızmemesi gibi yöre halkının isimlendirdiği yabani bitkiler de olabiliyordu.

Yemekler mevsimine göre şille, çılbır, keledoş ve erişte gibi mahalli yemekler olarak da hazırlanır, tıpkı peynirimiz gibi yemeklerimiz de kır kokardı. Doğal kokuya öylesine aşina bir toplumuz ki, aromalı oda spreyleri bilinmezken annelerimiz yüzyıllarca, güzün toplanan bazı kokulu bitkileri, ayva veya şamama dediğimiz küçük süs kavununu evin bir köşesine asar kokusunun her yere yayılıp sinmesini sağlarlardı. Kadınların her evden ayrı katkıyla oluşturduğu sofrada, başköşeye yaşça en büyük olan oturtulur, diğerleri kendi aralarında yer ve minder göstererek birbirlerini de ağırlardı. Aralarında utangaç yeni gelin veya yabancı varsa hızla ortama kazandırılır, muhabbet ve sohbete tuzlu balığın susattığı dudaklar, içine limon ve ayva dilimlenmiş kan kırmızısı semaver çayıyla serinletilerek devam edilirdi.

Bu toplantılar sık sık tekrarlanır, bazen birlikte kaleye veya denize pikniğe gidilerek daha büyük eğlencelere dönüştürür ve komşular arası ilişkiler güçlenerek devam ederdi. Büyüklerimizden bize sirayet eden bu sıcaklığın etkisiyle biz de birbirimizi aynı evin çocukları gibi görür, tek bir yürek hissiyatıyla kendi evimize girer gibi komşularımızın evine girip çıkardık. 

Şamranaltı Çocukları

Bu günkü çocukların elinden düşmeyen bilgisayar ve tabletteki oyunlara kıyasla bizim çocukluğumuzun en haz verici yanı mevsimden mevsime değişen oyunlardı. Bir sabah uyanıp her yeri bembeyaz gördüğümüzde biz sevinçten havaya uçarken, büyüklerimiz biriken karın ağırlığıyla kırılan meyve ağaçlarının üzüntüsüne düşerdi. Hızlıca dışarıya çıkıp mecrefe dediğimiz kar kürekleriyle damları temizledikten sonra duvar diplerine, neredeyse dam boyu yığılmış karın üstüne atlardık. Okullar tatil edilmiş şahikası bir müjde gibi yayılır, hemen sevinçle kardan adam, kartopu, kızak kayma ve kar evleri yapma oyunlarıyla, ellerimiz soğuktan uyuşana kadar oynar, sonra gelip sobanın önünde sızıdan ağlardık.

Şamranaltında Çocuk Olmak

Bahar ve yaz aylarında bilye (misket), melikan (çelik çomak), sapan, kılıç ve silah oyunu, okçuluk, fırfıra (topaç), çamurdan evler yapma, gibi oyunlar oynarken, gençliğe geçişe doğru bisiklet gezileri ve top oynama daha ağır basmaya başlardı. Güz mevsiminde ise genellikle uçurtma uçururduk. En uzun ipi olan ve en düzgün dengeyi yapanın uçurtması, diğerlerinin iç geçirerek seyretmesine sebep olacak yüksekliğe çıkar, sahibini uzun süre dillerde dolaştırırdı. Oyuncaklarımızı hep kendimiz yapardık; hatta kızacak korkusuyla babalarımızdan gizlerdik. 

Bir başka hadise ise yaz tatillerinde mahalle hocasına Kuran dersi almaya gitmemizdi. Büyüklerimiz çeşitli hediyeler vadederek bizi öğrenmeye teşvik ederdi. Ama aklımız oyunda olduğundan ve Türkçesi kıt hocanın ifade güçlüğünden Elif - Ba’yı bitiremeden tatil biterdi. Caminin bir hücresinde toplanan çocukların diz çöküp ders sırasında ödevlerini ezberlemeye çalışırken çıkardığı sesleri duya duya ayetlere aşina oluşumuz, sonraki dönemler Kur’an-ı Kerim’i öğrenmeye karar verdiğimizde hiç zorlanmadan kavramamıza neden olacaktı. Gelirken kanaldan akan suya attığımız çöpleri yapıştırarak köprüye kadar koşuşturur, önümüze çıkan manda sürüsünü de atlatıp eve yetişirdik. Bazen yolda insanımızın dini hassasiyetini gösteren ve bu gün artık bir daha hiç göremediğimiz hoş davranışlara şahit olurduk.

Van'ın Kadim Mahalleleriden Şamranaltı

Mesela karşılaştığımız bir minibüsün bizi para almaksızın arabaya alması ve boynumuzdaki mushafa duyulan saygı sebebiyle en önde oturan yolcunun kalkıp bize yer vermesi, ya da kestirmelerden giderken bağında, bahçesinde oturan ailelerin bizi görüce ayağı kalkarak, biz uzaklaşana kadar el pençe divan durup beklemesi gibi… Ramazan aylarının ılık yaz gecelerinde teravih namazlarına giden büyüklerimizin arkasında saf tutarken, içimizden birinin yaptığı yaramazlıkla namazı güç bela bitirirdik.

Nerede Eski Bayramlar

Bayramlarda sabah erkenden kalkıp büyüklerimizle bayramlaştıktan sonra bir araya gelerek, mahalleden şeker toplamak için dolaşmaya başladığımızda, kapısını çalmadık ev bırakmaz, hatta aralıklarla denk geldiğimiz yetişkinlerin arasına karışıp, ev sahibinden büyüklere ikram edilen şekerden almamıza çaresiz göz yumulurdu ki, bu bizim için günün vurgunu sayılırdı. Aslında hazırlığımızı haftalar öncesinden yapar, okullu olana kadar basmadan yapılmış pijamalardan kurtulalı okul dışında yalnızca bayramlara özel alınan elbiselerimizin şeffaf ambalajını şeker toplamak için saklardık. Nimetin kıymeti bilindiği yokluk zamanının o mutlu anılarından biri de bayramlık ayakkabımızı yastığımızın altında saklamamızdı. Ayakkabı dediğimse, yan tarafında ayarlanan tokası bulunan renkli ve naylondan yapılmış ayak - kabı! Lastikten yapılma boğa başı bile ona göre daha lüks sayılmaktaydı! Ama birbirimize gösterip sevinç içinde koşmamıza yetip de artıyordu ve yalınayak dolaşmaktan iyiydi!

Fidanlık Kumsalı

Yazın meyveliklerin arasında koşup, söğüt ve kavak ağaçlarıyla çevrelenmiş bahçemizin sonundaki tumbun üstünden çiçeklerle müzeyyen renk renk tarlaların bitimindeki masmavi denize bakarken, yüzümüze vuran yumuşak rüzgârın tuz ve yosun karışımı kokusunu ciğerlerimize çeker, yürüyerek fidanlığın kumsalına giderdik. Hızlı adımlarla göle yaklaşırken tatlı su birikintilerinde vahşi bir orman gibi yükselen sazlıkların arasındaki patikalardan suya yetişene kadar üstümüzü çıkarır, koşarak Van Gölü’nün harikulade serinliğine peş peşe atlardık.

Su o kadar berraktı ki, zemininde çizgi ve şekillerin uzadığı ve güneşin ışıklarıyla kırılan gölgelerin yansımasıyla yerini billur gibi görünen çakıllara bırakıyor, bulandırarak yürüdükçe birinci deyaz ve ikinci deyaz diye isimlendirdiğimiz sığ yerleri geçer ve sahilden epey uzaklaştıktan sonra kulaçlamaya başlardık. Sıcak mevsimlerde sodalı suda yüzmekten saçlarımız sapsarı olurdu. 

Şamran Bahçeleri

Kapı-Pencerelerin Açık Olduğu Mahalleler

Sahi, anne babalarımız neden her yere rahatça gidip gelmemize pek kızmıyorlardı? Artan nüfus ve değişen dünya beraberinde güvensizlik ve kötülük mü getirdi? Niçin eskiden kapı pencerelerimiz açık uyur ve alet edevatımız dışarıda kalsa umursamazdık? Neden kimse birbirini tanımıyor? Eskiler bir bir yitip gidince biz onlar gibi olamadık mı? Peki, güzelim tabiata ve onca tür hayvana ne oldu? Yol boyu arkların şırıltısıyla uzayan bağlarının kenarından geçtikçe dalları yola kadar uzanan ve ağırlıktan yere değen elma ağaçları neden yok oldu? Hani her yıl Fidanlık’ ta geleneksel elma festivali düzenlenirdi de, herkes bahçesinden kopardığı en iri ve sulu elmalardan bir tabak götürür, yılın elması seçilen bahçe sahibine ödül verilirdi.

Sonbahar akşamlarının tatlı ayazında sokağımızda dolaşırken hangi evin samanlığının yanından geçsek, burnumuza istif edilen starking elmaların mest edici latif kokusu vurardı. Her sabah yaylılar (at arabaları) üst üste bir dağ dizip bağladıkları kasalar dolu meyve veya sebzeyle ağır ağır sebze haline doğru giderlerdi. Şimdi nerede o eski lezzetler? Bize sebze meyveye, yeşilliğe, yumurtaya, ete ve süte para harcamak tuhaf gelirdi.

Nerede Eski Şamran?

Ben olayı şöyle özetlemek isterim. Gölün suları yükselince meralar bozuldu, hayvancılık sona erdi. Ardından meyve ağaçları ve tarım bitti. Terörden boşalan kırsalın insanı şehirde gelişi güzel yerleşince kültürel ve ekonomik değişim başladı. Taşındığı yerde rahatı bulanlar da işi gücü bırakıp tüketici olunca çarpık bir büyüme gerçekleşti. Maalesef genel bir tablo çizmek istediğimizde karşımıza çıkan manzarada, şehrimizin kalitesiz göç aldığı, üretimin yerini birkaç zenginin rant meydanına bıraktığı, sahipsizlik girdabında kıvranan kentin doğal güzelliklerini betonlaşma çılgınlığına terk ettiğini, meslek ve ticaret ehli esnafın giderek kaybolduğunu üzülerek görüyorum.

Şanslı Çocuklar

Niyetim zülfü yâre dokunmak ve kimseyi incitmek değil, sadece çocuklarımızın bize göre çok şanssız olduğunu anlatmak. Bu genel sorun hakkında şunu söyleyebilirim. Her şeyi bir daha geri döndüremeyiz; ancak bilinçli bir nesil için farkındalık uyandırır ve toprağını seven yetenekli insanlar yetiştirirsek belki hikâyede mutlu sonu yakalayabiliriz. Evlatlarımıza sevgi aşılamalı, insanları ve doğayı şefkat gözlüğüyle seyretmenin kazanımlarını öğretmeliyiz. Bencilliği bırakıp empati yapabilen eğitimli nesiller yetiştirmeyi başarsak, hayallerimizde tüten şenlik yaşadığımız hayata da yansır ve dünyamız daha güzel olabilir. Selam ve sevgilerle.

Muhammed Gürcan (16.11.2019)

Editör: Nihat Işık